BİR 

1.1. Biz ruhsallık alanında, insanların ruhsal acılarını anlayıp iyileştirebilecek, herkes için değerli bilgi birikimi ve uygulama deneyiminin oluştuğunu düşünüyoruz. Bu değerli birikimin sınıfsal, cinsel, ırksal, etnik, kuşak farkı gözetmeksizin herkes için ulaşılabilir olmasına dair bir duyarlılığın meslek ödevbilgisi için belirleyici olduğunu savunuyoruz.

1.2. Ruh sağlığında organikçi psikiyatriden psikanalize mevcut paradigmaların kurumsallaşırken yaratttığı etik ilkelerin önemini tanıyoruz. Fakat bu eşitlikçi ilke, söz konusu değerli bilgiye toplumun tüm katmanlarınca ulaşımının bir insan hakkı olduğu kabul edilip bilgi üretimi ve onun uygulamaları bu hak ve sorumluluk temelinde örgütlenmedikçe,mevcut ilkeler uzmanlar arasındaki uzlaşının bir çatısı olmaktan ileri gidemiyor.

1.3. Devlet hastanelerinden kişisel ofislerimize geniş bir spektrumda örgütlenmiş olan ruh sağlığı alanının ne kadar eşitlikçi bir tutum aldığı ya da ne kadar toplumsal sistemdeki eşitsizliklerin yeniden üretilmesinde işlev gördüğü alanımızdaki en temel etik sorudur.

1.4. Ayrıca ülkemizde ve neo-liberalizmin aşırılıklarına maruz kalmış benzer birçok ülkede ruh sağlığı hizmetlerinin bizzat devletin bu alanı düzenlemesine de bağlı olarak kaba bir ayrımcılık düzeneği yarattığı açıktır. Kişinin ruhsal zorlanmalarına çare arayışında kendini anlatması için gerekli zamanı, 45-50 dakikalık bir görüşme süresini bir ruh sağlığı kurumundan talep etmesinin ön koşulu bizzat bu talebin karşılığı olan ekonomik güce kişisel olarak sahip olmasıdır.

İKİ

2.1. Psikofarmakoloji bir tedavi yöntemi olarak elbette insanın ruhsal acısını katlanabilir düzeye çekmek için yararları olan bir yöntemdir. Fakat psikofarmakoloji tarihi, aynı zamanda toplumsal sistemin örgütlenme biçiminden kaynaklanan ve hakikatin somut bir dili olan ruhsal semptomların, dolayısıyla insanın bastırılmasının da tarihidir. Organikçiliğin baskın paradigma haline geldiği yaklaşık kırk yıllık bir dönemde, bizim gibi ülkelerde neo-liberalizmin itirazsız uygulanması için çoğunluğun yığınlaştırılmasına uygun bir işlev üstlenmiştir.

2.2. Bu tarihsel süreçte ruh sağlığı uygulamalarına kaba bir bakış bile şöyle bir sınıfsal ayrımı fark eder: neoliberal uygulamaların öznesi haline getirilmiş olan orta sınıf psikoterapi alırken nesnesi haline gelmiş olan ve çoğunluğu oluşturan emekçi sınıflar düzensiz, popüler alışkanlıklarla yürütülen psikofarmakolojik tedavilerle, başta da yoğun ilaç kullanımıyla baş başa kalmışlardır. Günümüzde derinleşen bu eşitsizliğe bir boyut daha eklenmektedir; yan etki profili görece daha katlanılabilir yeni kuşak ilaçlara ulaşmak da sınıfsal bir avantaja dönüşmek üzeredir. Zira neo-liberalizmin çöküş döneminde tekrarlayıcı krizler ilaçlara ulaşımda ciddi kısıtlamalarla sonuçlanmaktadır.

2.3. DSM (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatiksel El Kitabı) sisteminin tanı kategorilerinde nihai belirleyici ölçütlerden biri toplumsal mesleki işlevselliğin bozulmasıdır ve bilişsel davranışçılık olsun, organikçilik olsun semptomatik tedavi yöntemleriyle kişinin iç dünyasını toplumsal sistemin yararına susturma, iyilik halinin gerçek talebi olan ve Delphi Tapınağı’nın girişinde yazan "Kendini bil" bildirisini geçersiz kılma pratikleriyle iş görür.

ÜÇ

3.1. Burada en belirgin bilimdışı kabul “İşe yarıyorsa doğrudur” mottosudur. Sorunun yapısal bir parçası olup onu tarif ederseniz, her koşulda çözümü de tasarlayabilirsiniz. İşe yaramakla kastedilenin muğlaklığı bir yana, belli bir zamansal kesitte ölçü bu olduğunda isevilik yüklü hipnoz uygulamalarının işe yararlılığını aşacak terapi yöntemi henüz yeryüzünde görülmemiştir. Söz konusu uygulamaların etkinliklerinin iç dünyayı iyileştirip iyileştirmediği, ya da ne kadar kişinin ruhsal zorlanmalarını daha da karmaşıklaştırıp toplumsal sistemin yararına telkine açık ve boyun eğici kişiler yarattığı belki de hipnoid uygulamalar için az sorulan fakat önemi çok büyük sorulardan biridir. Açık benlik işgali ile yürütülen, otorite konumundan gelen açık veya örtük yönergelerle kişi için en iyiyi bildiği yanılsamasını üreten her uygulama hipnotiktir.

3.2. Bu belli tedavi yöntemlerinin yapısına yönelik bir eleştiri olmaktan daha fazla öneme sahiptir. Freud’un Kitle Psikolojisi ve Ben Çözümlemesi çalışmasındaki kuramsal çatıda hipnoid bağın içerdiği değer bilinir. Aşık ile maşuk, hipnozcu ile hasta ve yapay kitle örgütlenmelerinde lider ile grup üyeleri arasındaki bağı niteliğindeki ortaklık hipnoid olmasıdır. Ruh sağlığı alanında kişilerin bedenselliği veya ruhsallığı ile ilgili telkin içeren uygulamaların artışı ile toplumsal sistemde örgütsüzleşme, irade gaspları, kitleselleşme, lider ülküleştirmelerinin varlığı arasındaki bağın ciddi bir inceleme konusudur.

3.3. Toplumlarda, gruplarda mucize beklentisinin artması, bu beklentinin karşılanmadığı durumlarda bireylerin korku içinde ve temel güvenlik duyumuna muhtaç hale gelmesi, dolayısıyla bir kez daha hipnozundan başka gidebileceği bir yerinin olmaması, bu kısırdöngü, yaşamın her alanına bulaşır. Üretici olmayan, neşeden ve yaratıcılıktan uzak, kendi kardeşlerini lider dolayımıyla yaşadığı için kardeşlerinden de ‘beslenmenin’, öğrenmenin olanaksızlaştığı bir gündelik yaşam akıp gider.

3.4. Özellikle doksanlarda ve ikibinli yılların başında ard arda piyasaya sürülen yeni kuşak antidepresanlar ve antipsikotiklerin psikiyatrik ortama ilaç şirketleri temsilcilerince sunuluşundaki dilde ciddi bir ‘mucize’ ilaç söylemi vardı. Gelinen aşamada yeni ilaçlarla bu döngüde niceliksel bir iyileşme olduğu söylenebilir, fakat niteliksel bir dönüşüm olduğunu ileri sürmek güçtür.

3.5. Aksine, psikofarmakolojideki gelişmelerin hakettiğinden daha yüksek bir değerle toplumda yer bulması, mucize ilaç söyleminin popüler kültürde bile karşılığı olacak denli yaygınlaşması, özellikle antidepresan kullanımı başta olmak üzere, tanı ve tedavi stratejisinden bağımsız aşırı kullanıma yol açmıştır. Benzodiazepinler ve pregabalin benzeri ilaçlar madde bağımlılığı döngüsüne eklenerek bir başka halk sağlığı sorunu haline gelmişlerdir.

DÖRT

4.1. Uzun süreli ilaç kullanımları, bir ömürde karşılaşılan ekonomik krizler, afetler, toplumsal felaketler sonrası oluşan kayıplara dair yasların gerçekçi biçimde işlenmesi konusunda ciddi sorunlara yol açmaktadır. Yaşamın somut koşullarında ortaya çıkmış olağan yasları, hayalkırıklıklarını, bunlara bağlı olumsuz duyguları bastıran ilaç kullanım dönemlerinin yapay-iyilik halleri kişileri uzun dönemde paradoksal biçimde güçsüzleştiren bir etki yaratmaktadır.

4.2. Yasların işlenemediği, hayalkırıklıklarının ‘travmatik’ deneyimlermiş gibi içselleştirildiği, yaşamın zorluklarından kaçınmanın yeni neoliberal inanç sistemleriyle de desteklenerek toplumda genel bir eğilim haline geldiği sistemde ciddi kültürel, siyasal sonuçlar olabileceğini, özellikle güvenlik gereksinimini her şeyin önüne koyan eğilimlerin artacağını düşünmek yersiz değildir.

4.3. Telkine açıklık ile ruhsal travma arasındaki bağ iyi bilinir. Toplumsal afet ve felaketler sonrası ruh sağlığı çalışanlarının seferber edilmesi, felakete maruz kalanlara azımsanmayacak düzeyde ilaç ve daha çok bilişsel davranışçı kabullerle yürütülen terapi uygulanması ne kadar kişilerin gereksinimi ne kadar toplumsal sistem için tekinsiz, kontrol edilemez bir alanı psikiyatri ve psikoloji kurumlarıyla sistemin içine yeniden katma, sistemle bütünleştirme ihtiyacı, bu da ciddi bir tartışmadır.

4.4. Bu müdahale biçiminin uç-mantığı tüm toplumu bir kliniğe dönüştürmektir ve örseleyici koşullarda bu yöntemlerin toplumsal sistemden kaynaklanan sorunların üzerini örten ve telkinle güvenlik gereksinimini daha fazla körükleyen ideolojik araçlar haline geldiğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede ruhsallık bilgisinin ideolojik kötüye kullanımının bir yüzünü görüyoruz. Neoliberal dönemde, eşitsizliklerin kimlikler üzerinden yeniden tanımlanması, ülkelerin, etnik veya dini grupların kendi içinde de katmanlı birimler gibi değil bir birey gibi görülmesi, özellikle psikanalizin Freud sonrası kavramlarıyla yeni tarih yazımları önerilmesi, ruhsal sorunların neoliberal tezler doğrultusunda bireyin bedensel-ruhsal hikayesi ile açıklanırken toplumsal sistemle bağlarının gizlenmesi…

BEŞ

5.1. Özcesi; Ruh sağlığı alanı, paradigma farkı olmaksızın, kendiliğinden, neoliberal ideoloji ile iş gören bir alandır ve toplumun karşısında her ruh sağlığı çalışanı, farkında olsun veya olmasın, aynı zamanda bir ideologtur. Bu onun kişisel dünya görüşünden, iyi niyetli biri olmasından veya ne kadar etik ilkelerle çalıştığından bağımsız bir konumdur. Bunun böyle olduğunun en güçlü işareti ruh sağlığı uygulamalarında eşitlikçiliği savunmaya olanak tanıyan nice örnek varken, entellektüel arayışları aşan ve bir örnek yaratabilen köklü bir itirazın yapılamamasıdır.

5.2. Bu itirazı zorlaştıran dinamiklerin başında bizzat ruh sağlığı alanının kendi içindeki eşitsizliklerin sarsılmaz bir biçimde taşlaşmış olması gelir. Tıbbi paradigmayı içselleştirmiş hekimlerin, gerçekte sahip oldukları deneyim ve bilgiyle orantısız biçimde toplumsal sistem ve devlet erki ile alanın hakimleri olarak tescillenmiş olmaları bu eşitsizliğin sürdürülmesinde önemli dinamiklerden biridir.

5.3. Bu döngünün sekteye uğradığı dönemler, rastlantı değil, mevcut toplumsal sistemin insan karşıtı niteliklerinin belirginleştiği dönemler oluyor. Çalışma koşullarının nüfusun büyük çoğunluğu için gayri insani olduğunun aşikarlaştığı anlarda, siyasal veya ekonomik krizlerin derinleştiği ve ancak baskının, bastırmanın, şiddetinin artırılmasıyla yönetmenin mümkün olduğu dönemlerde, doğanın tekinsizliğinin barınma, beslenme, güvenli bir alanda bulunma benzeri temel insan ihtiyaçları alanlarında toplumsal sistemin vandallığıyla buluştuğu anlarda, yani depremlerde, maden kazalarında, sellerde, salgınlarda toplumdan başka bir ses de yükseliyor, dayanışmanın sesi: “Birlikte iyileşeceğiz…"

5.4. Burada psikiyatri ve psikolojinin, toplumsal sistemin tüm işleyişinde eşitsizlikçiliğin tasarlanmasını nasıl desteklediği ve asıl bu tasarımdan mevcut egemen paradigmanın nasıl her seferinden güçlenerek çıktığını görebiliriz. Psikofarmakoloji ve travma söylemi ile örgütlenmiş bilişsel davranışçı hegemonya, toplumsal sistemin dışına çıkabilecek grupları tekrar içeriye kapatarak, kurbanlaştırarak ve toplumsal sistemden kaynaklı sorunları ruhsallaştırarak bizzat sistemin ideolojik bir aygıtına dönüşüyor. İlaçlanmış ve acısını nasıl yaşayacağı konusunda tektipleştirilmiş bir toplum yaratılıyor.

5.5. İnsan olmanın belirleyici niteliğinin toplumsallık olduğunu, her birimizin doğanın içindeki acizliğimizi toplumsallığımızla aştığımızı, hatta insan ruhsallığının bireyde yoğunlaşmış toplumsallık olduğu hakikatini daha sık söylemeli, bunun böyle olduğunu gizleyen ve kendi sorumluluğunu büyük insanlığın acılarından aklamaya çalışan eşitsizlikçi toplumsal sistemlere karşı bireyi ve iç dünyasını savunmalıyız.

ALTI

6.1. Grup ve onun temsil ettiği toplum, kişilerin tek başınayken sakınık davranacakları birçok karanlığın kapısını da aralar. Artık dile gelmiş herkes için grup gerçek regresyon mekanıdır ve iyileşmenin imkanlarını taşır. Özellikle ruhsallık bilgisine feminist katkının temsil edildiği yatay eksen, yani kardeşlik düzlemi, eşitlikçiliğin mekanını, sofrayı da temsil etmesiyle tüm bu tartışmalara yeni bir boyut katmaktadır.

6.2. Psikanalizin mevcut bilgi ve pratiğinin psikodiyalektik bir imkan olarak belirdiği mekanı toplumsallıktır ve grup, Chassequet-Smirgel’in Ben İdeali çalışmasında hayranlık uyandırıcı biçimde çözümlediği gibi, psikanalistin imkansız biçimde doldurmaya çalıştığı yeri, anne-bebek birliğini, ben idealini, temsil eder ve analist/terapist gerçek konumuna yerleşir; tarihin belli bir döneminde belli bir kurumsal sözün temsilcisi olan baba…Özgürlük bilinci olarak psikanaliz, bu üçgenleşmede, grup- terapist- kişi üçgeninde gerçek mekanına yerleşmiş olacaktır. Tam da toplumsallığın tehdit altında olduğu salgın ve felaket koşullarında, kurtuluş teolojisine eklenmiş ünlü bir sloganla söylersek, yükselen ses şudur: “iyileşmek yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz…"

6.3. Mucize ile acz ortak kökten gelir ve bizzat bu dil mucizesi bile grupta başlangıçlara, Freud’un hilflosigkeit’ına gerilemenin, dibe vurup oradan çıkmanın daha olanaklı olduğunu, belki de grubun psikanalizin en olanaklı mekanı olduğunu gösterir. Bunun için mevcut mekanikçi klinikten uzaklaşıp bireysel ile toplumsalın diyalektik yorumuna ihtiyaç vardır. Biz yöntemin amacının sadece çözümlemek değil aynı zamanda bireşim de oluşturmak olduğunu düşünüyoruz ve yeni bilimsel önerimize ‘psikodiyalektik’ kavramını uygun buluyoruz.