Halk İçin Psikoterapi Derneği Birinci Genel Kurul Toplantısı Açılış Konuşması

HALK İÇİN PSİKOTERAPİ DERNEĞİ BİRİNCİ GENEL KURUL TOPLANTISI AÇILIŞ KONUŞMASI

Cemal DİNDAR


Merhaba sevgili arkadaşlar, 

Bugün derneğimizin birinci genel kurulunu ve önümüzdeki üç yıl görev alacak dernek kurullarını seçmek için toplandık. 

Hoş geldiniz.

Yaklaşık bir yıl önce tüzüğü onaylanan ve kuruluşu tamamlanan Halk İçin Psikoterapi Derneği, öncesinde Psikodiyalektik Çalışma Grubu adıyla yaklaşık bir buçuk yıl süren kuramsal bir hazırlık dönemi geçirdi. 

Berna Beyhan, Cemal Dindar, Harun Çıkrıkcı, Salman Ünlügedik, Feyzullah Serkan Acar, Şorej Geçirgen ve Vesile Çetin Kazak’ın kurucu üyelikleriyle dernekleşme sürecine girdi. Bu arkadaşlarımızın ve yine bu sürece emekleriyle büyük destek veren Aysun Öğütoğulları, Cengiz İpek, Ebru Sakız Kuyucu ve Şamil Sarıbaş’ın adlarını büyük bir şükranla anmak isterim. 

Değerli arkadaşlar, 

Dernek veya başka bir biçimde kurumsallaşma bir fikir için taşıyıcı araçtır. Aslolan fikirdir ve ‘halk için psikoterapi’ fikri ile psikodiyalektik arayışı kurucu birer fikir olarak buradaki buluşmamızın, burada oluşumuzun belirleyenleridir. 

Fransa’nın güneybatısındaki Lascaux mağarasında bulunan ve on yedi bin yıl öncesine tarihlenen duvar resimlerini ve o resimleri yapan atalarımızı düşünelim. Bir açıklamaya göre, o resimleri yapan türdeşlerimiz mağaranın iç bölgelerine geçtikçe ve mağaranın dışarıya açılan ağzıyla mesafeleri arttıkça başka bir zihin durumuna geçtiler ve hatırladılar.

Mağaranın dışını hatırladılar ve dışarıda - doğada büyük bir hasretle en çok arzuladıkları neyse onun resmini çizdiler; geyikleri, yaban sığırlarını, bizonları… Bugün de isteğe dönüşmüş arzu nesnelerimizi o mağaradaymışız gibi yine doğa ile eğretiliyoruz şiirlerde, ezgilerde…

Ben bizleri o resimleri yapanlara, ruhsallıkta eşitlikçilik çığlığı olan ‘halk için psikoterapi’ ve canlılığın birliği, evrensel insanlık kardeşliği ve ekolojik bir ruhsallık arayışına eşik olan psikodiyalektik fikrini binlerce yıl önce Lascaux ve benzeri mekanlara çizilmiş resimlere benzetiyorum. 

O kadar arkaik ve o denli güncel bir dert ve hasretin temsilcileriyiz. 

Eminim ki nerede insan varsa orada bu hasreti duyan, daha güzel bir hayatın anahtarının fırınlardaki hamura katılan aynı maya ile, emekle yoğrulmuş eşitlik, kardeşlik ve özgürlük maddelerinden yapıldığını teninde tininde hisseden kardeşlerimiz var. 

İnsana karşı nice kötücül bir anlatı kuşağımızın en seçkin üyelerince edebiyatta, sinemada, hatta bizzat ruh sağlığı alanında üretiliyor. Elbette insanı melekleştirmek gibi ne bir niyetimiz ne de böyle bir görevimiz var. Fakat yeryüzünde en azından şunu düşünüp söyleyebilecek kardeşlerimiz olduğu da muhakkak; insan ne mutlak iyi ne mutlak kötüdür, insan hem iyi hem kötüdür. Kötülüğünde iyilik iyiliğinde kötülük saklıdır. Dünya bir cennet değil ve insan kusurludur, kusurlarıyla insandır. 

Çünkü, işte, insan! 

Üstelik kötülüğün aşikarlaşması, sıradanlaşması ile toplumsal sistemin nasıl örgütlendiği arasında dolaysız bağ vardır. Umut ilkesini örseleyen sistemler bireydeki kötülüğü kışkırtırlar.


Psikodiyalektik Okulu’nda psikomitolojiden insanın arkeolojisine, toplumsal bir varlık olarak kendi üzerine düşünme mucizesine, dil ile de aşılan doğanın karşısında dayanışma pratiklerine, sinir sistemimizin gelişiminin ve bunun bir ruhsallık görüngüsü edinişinin nöropsikanalizle ulaşılmış gerçeklerine,  doğanın içinde kalırken doğanın karşısındaki konumumuzu ruhsallık bilgisi ile nasıl kavrayacağımıza dair psikodiyalektik fikrine değin tüm dersler bu Nietzsche çığlığına, “işte! İnsan”a dair güçlü bir yankı gibi: evet işte insan ve biz bunun temsil ettiği hakikate sahip çıkıyoruz.

Çünkü, bir ruh sağlığı praksisinin temeli olacak bir etik bilgiye sahip çıkıyoruz: “İnsanız, insani olan hiçbir şey bize yabancı değil.” 

Tekinsizlik, aynadaki ikizinden, kendi ötekinden ürkme deneyimidir. Biz bu dünyada evimizdeyiz, Lascaux’daki mağarada da 2024 yılında İstanbul’da bu genel kurulu yaptığımız İBB Habitat Kütüphanesi’nde de…. 

O mağara bu kütüphanedir ve bu kütüphane o mağara…

Freud’un tüm alameti farikası da bu değil mi zaten!

Biz sorumluluğumuzu taşıyıp neye namzet olduğumuzu bilerek bunları söylüyoruz: Ruh sağlığı alanı mevcut kurumsallaşmasıyla, ister organikçilik olsun, ister bilişsel davranışçılık, ister psikanaliz, hastanelerden kişisel ofislere kendi kliniğine - mağarasına, o mağara zihnin en derinlerine çekilmiş durumda. Biz de oradayız ve sadece artık mağaranın duvarlarında dışarısının düşünü görüyoruz, o düşü çiziyoruz. 

Bizleri, tüm toplumu bir kliniğe dönüştürme arzusu karşısında, klinikten toplumsallığa yönelen gönüllü sürgün adayları olarak görüyorum. Toplum olma niteliklerinin hemen her coğrafyada aşındığı ve sınırların mülteciler, azınlıklar, gücü olmayanlar için toplama kampına dönüştüğü günümüzde, şimdi burada, ruhsallık mağarasında toplumsallık hasreti çekiyoruz. 

Liberal zihnin hala yaratıcı olduğu dönemlerde o zihnin doruklarından olan Freud bizi ruhsallığın Lascaux mağarasına götürürken mağaranın duvarında hangi hasretlerin çizildiğine dair çok az bilgi bıraktı. Bunu dert etmediğini, hatta iki büyük savaşı yaşamış biri olarak bu konuda kötümser olduğunu biliyoruz. Biz yine de onun mağaraya inme cesaretini izleyerek mağaranın duvarlarına bakmaya, ondan daha cesur bir hamle yaparak duvarlarda saklı olan resimleri çizmeye adayız. 

Türkçenin güzel diyalektiği o mağaralara o resimleri çizenlerden bugüne neyin devam ettiğini iyi duyuruyor: Düş, düşünceden önce gelir… 

Düşüncede düş saklıdır. Düşünce düşü kapsayıp onu kavramlarla aşmaktır.

Ruhsallıkta büyük metapsikolojik öz de budur. Her şey düşe dönüşüp yükselir ve düşünceye dönüşüp yeryüzüne iner. 

Dilerseniz buna ben ülküsü ile yasalı ben’in bitimsiz diyalektik dansı da diyebiliriz. 

Nasıl ki binlerce yıl öncesinde dünyanın dört bir yanında çizilmiş imgeler ile bugünki düşlerimiz,  kavramlarımız, zihnimiz arasında bir bağ varsa o ilk fikirleri yaratan insan kuşağı ile bizim kuşağımız arasında büyük insanlığın kültür kardeşliğinin yapıtaşı olan nice ad var… 

Batı düşüncesinin başlangıcına yerleşen Antik Yunan’da, biliyorsunuz, iki şehir, Atina ve Sparta iki ayrı belirleyeni temsil eder ve Batı kültürü bugünlerde bilgi sevgisinin maya olduğu kalemin şehri Atina’yı reddedip kılıcın şehri Sparta’yı, savaşı ve ölümü seçmiş görünüyor. 

Gazze, tam da bu seçimin netleştiği yerdir. Gazze’ye selam olsun.  

Yaşadığımız topraklara çok uzun dönemdir, sadece Sparta’dan ibaret gibi davranılıyor. Oysa bizzat Aristoteles’in okulu, İstanbul’a yaklaşık 300 km uzaklıktaki Assos’tadır. Anadolu upuzun bir akıl ve vicdan arayışının da coğrafyasıdır. Bu salonda toplananlar, sizler, bu arayışın, kalemin, yazının ve düşüncenin, Batı’nın vazgeçtiği, Doğu’nun ise epeydir selamsız olduğu insan birikiminin arayıcılarısınız. 

Hep birlikte, çağımızın acizliği ve kötümserliğiyle çekildiğimiz yerde insana yakışır olanı çizmeye çalışıyoruz. Umut ilkesine sahip çıkanların her zaman varolduğunun kanıtı olarak ileride bulunsun diye… 

Şimdi sizi insanın kültür kardeşliğinde adları bilinen bilinmeyen yaratıcıları için,

Binlerce yıl önce, Fransa’nın Montignac köyündeki Lascaux’dan Sibirya’ya uzun bir yay üzerinde yerleşen mağaralara o yaratıcılığı nakşeden atalarımız için, 

Göbeklitepe’de on bir bin yıl önce o şaşırtıcı anıtları yaratanlar için… Unutmayalım, o muhteşem kalıntılar bulunmadan önce, tanığıyım, o tepenin üzerinde bir ağaç vardı ve dilek ağacıydı, dallarına bağlanmış çaputlar bağlanmıştı. Fikirler fosilleşmez… Ne türün ne bireyin çocukluğu bir yere gider. Mezopotamya’da hep yeni bir izini bulduğumuz hatırladığımız uygarlığımızın çocukluğu için… 

Doğanın bilgisini binlerce yıllık deneyimle açlığın ve yaranın iyileştirilmesinde dermana dönüştüren kadın derleyiciler için,

Avladığı hayvanın tekrar yeryüzüne döneceğini düşleyip ondan affını dileyen ve tekrar dönüp bozkırda koşabilmesi için kemik bütünlüğünü koruyan avcı için… Osmanlı sarayında gözden düşmüş şehzadeler bozkırdaki bu geçmişe bilinçsiz hürmetle, yayla boğarak katlediliyordu. 

Sumer’de bir tablete “Yaratmak ad vermektir” mucizevi sözünü kazıyan ve ölümsüzlüğü yazıyla tüm insanlık için bir şekilde başaran o ölümlü Gılgameşler için,

Aydın’da Didim vardır, Didim’de Balat bir köy adıdır ve antik dönemde adı Milet’tir. Balat adının Milet adıyla bir bağı var mıdır, ayrı bir araştırma konusu olsa da m seslerinin Türkçede zamanla b sesi ile yer değiştirdiği, Azericedeki Men’in Türkçede Ben olduğu bilinir. 

Aydın’ın kıyısında, Milet okulunda insan aklının dünyanın varoluşunu kavrayabileceğine dair bilinen ilk cesareti gösteren Miletli Thales ve diğer bilgeler için, 

Diyalektiği varoluşun temel mantığı olarak kuran ve logosu düşüncenin merkezine yerleştiren Efesli Herakleitos için, 

Atina ve Sparta olarak ayrılan antik dünyada Spartanın kılıçla özdeşleşmiş dünyasına karşı Assos’ta, Behramkale’deki okulunda psike’yi, insan ruhunu araştırma konusu yapan Aristoteles için, 

Hep varlık’a gözünü dikenlere karşı V. Yüzyılda Hindistan’da sıfırı düşünebilen ilk kardeşimiz için, 

Antik birikim Batı’da bastırılırken Urfa yakınlarındaki Harran Okulu’nda bu birikimi kendi dillerine çevirip koruma altına alan Sabii bilim insanları için,

XI. Yüzyılda Bağdat’ta Dîvânu Lugâti’t-Türk gibi bir mucizeyi yazıp bize bırakan Kaşgarlı Mahmud için, 

XII. Yüzyılda Endülüs’te doğup Yakındoğu’da sufi düğümünü bağlayan, daha sonra etkileri Spinoza’lara değin uzanacak vahdet-i vücud felsefesini geliştiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî için, 

XIII.Yüzyılda, Moğol istilaları döneminde Kızılırmak boyunca Anadolu ruhsallığını yeniden mayalayan Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli, Ahi Evran kuşağı için, 

Sesi Mahzuni gibi nice ozana dönüşmüş Pir Sultan Abdal için, 

XVII. Yüzyılda Toros boylarınca bugün konuştuğumuz Türkçeyi bal eyleyen Karacaoğlan ve daha sonra dilimizi ‘karacala’yan nice ozan kuşağı için, 

Yine aynı yüzyılda, Dicle kıyısında Cizre’de XV. Yüzyılda yaşanmış bir imkansız aşk hikayesini Mem u Zın’i bugünün hasreti olarak da yazan Ahmedi Hani için, 

Diyalektiği canlılığın ruhsallığı olarak kuran Hegel için ve bunu ortaklaşmacı dünya tahayyülü ile buluşturan Marx için,

İskan döneminde bir haysiyet yüceliği olan ve çocukluğumuzda Muharrem Ertaş sesiyle TRT radyolarında Kaktı Göç Eyledi Avşar Elleri diyerek sabahı müjdeleyen Dadaloğlu ve kuşağı için,

Yüzlerce yıl ‘Gören bizi sanır deli / Usludan yeğdir delimiz’ diyerek Anadolu’yu arşınlayan, coğrafyaya insani bir ölçü getiren dervişler için, 

1869’da Kütahya’da doğan ve ne yazık ki deliliğe sürgün ettiğimiz etnomüzikolojinin öncü adlarından Gomidas Vartabed için, 

Bu ülkede modern zihnin kurucu adları Şinasi, Namık Kemal ve kuşakları için, 

Beşir Fuad için; Büchnerci bir materyalist tutumla intiharını deney olarak yazan… Enis Batur’un güzelim dizesiyle, “_Beşir Fuad yanlış kardeşim benim.” Evet, cenazesini kaldıracak adam bulunamayan Beşir Fuad için,

Eylemci entelektüel kişiliğin modern tarihimizde ilk büyük adı ve belki çağdaş anlamda ilk bireyimiz olan Tevfik Fikret için, 

Tevfik Fikret ile karşıtlıkları Cumhuriyet’in ilk döneminde ideolojik tartışmaya dönen, bana öyle geliyor ki asıl büyük bir vicdan örneği olmalarıyla ortaklıkları daha ilham verici olan Mehmet Akif Ersoy için, 

Gazelleri İstanbul’da unutulurken bir askerin cebinde Urfa’ya giden ve orada Tenekeci Mahmut, Kazancı Bedih ve diğerlerinin seslerinde hatırlanan, Osmanlı döneminde doğup  ömrünü sosyalist olarak tamamlayan ilk şairemiz Yaşar Nezihe için, 

Türkiye’de bireyin ruhsal çatışmalarıyla kavrandığı gerçek psikolojik romanın kurucu adı diyebileceğimiz Peyami Safa için, 

Memleketi insanıyla şiirleştirirken bunu Türkçenin büyük bir akarsuyuna dönüştüren Nazım Hikmet için, 

Eşitlikçi düşünceyi bu ülkenin toprakları ile tartan, psikanalizden haberli olduğu yazılarında görülen Hikmet Kıvılcımlı için,

‘Bu Ülke’de düşünen ve bunun acısını üstlenebilen Cemil Meriç için, 

Türkçenin Dostoyevski’si denilebilecek belki de tek ad olan Sabahattin Ali için, 

Ütopyası olan ve sonraki kuşaklar için nefesini çoğaltan Aziz Nesin için, 

Sansaryan Han’dan Diyarbekir kalesi’ne Diyarbekir kalesinden Ankara Karanfil Sokağı’na notlar düşen, “Anadolu’yum ben, tanıyor musun” diye  soran, bir tür deliliğe gönderilmiş başka bir ad olan Ahmed Arif için, 

Ve ruhsallık alanında;

Psikanalizin kurucu adı, Bilinçsiz-olan’ın ruhsallık bilgisinin asıl nesnesi olarak kaşifi Freud için,

Psikanaliz henüz bir arayışken Viyana’da Bergasse 19’daki toplantılara katılan Adler, Rank, Fenichel ve diğerleri için, 

Psikanalizde ölüm içgüdüsünün muhtemel ilhamcısı, aynı zamanda belki de psikanaliz cemiyetinin ilk kurbanlarından, hayatını Rusya’da nazi saldırılarında kaybetmiş, ilk kuşak kadın psikanalistlerden Sabina Spielrein için, 

Psikanalize daha Freud’un sağlığında ona mektup yazarak selam veren ve Oidipus bütünlüğünü ‘peder husumeti’ olarak çeviren, Bakırköy’ün ilk kuşak psikiyatristlerinden İzzeddin Şadan için,

Ruhsallık bilgisini bebeğin dünyasına tercüme eden Melanie Klein için,

Kültürel mekanı ruhsallığın konusu yapan ve iç dünya - dış dünya diyalektiğini kuran Winnicott için, 

Ruh sağlığının Muhammed Ali’si, siyahi ruhsallığının kişilik bulmuş hali olan Frantz Fanon için, 

Ömürleri boyunca ruhsallık bilgisini Türkçede sağlıklı bir zemine yerleştirmek için üreten ve yazıp söyledikleriyle Halk için psikoterapi fikrine öncülük eden Celal Odağ, Engin Geçtan, Ali Nahit Babaoğlu, Serol Teber, Orhan Öztürk için,

Bakırköy’de uzun süre yattıkları dönemde bu deneyimlerini yazıya şiire aktaran birçok insan adına “… kendim geldim, ihtilal bu işte” diyen B.U. için, “Aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni / Doktor beni sanıyor hala şizofreni” diyen R.G.Ö. için ve akıl hastanesinin orta yerinde Sokratik metinler yazan M. Ş.  İçin bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. 

İnsana ve hayata verilmiş emek ziyan olmaz, olmayacaktır… tekrar hoş geldiniz. 


17 Şubat 2024,

Halk İçin Psikoterapi Derneği Birinci Genel Kurulu

Şişli İBB Habitat Kütüphanesi